Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padişahımızın makarr-ı saltanatına gidip, merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız-eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz! Yoksa, isyan edip dinlemezseniz, müthiş zindanlara atılacaksınız” gibi tebligàtta bulunuyor. Sen de görüyorsun ki, o ferman-ı âzamda öyle i’câzkâr bir turra var ki, hiçbir vecihle kàbil-i taklid değil. Senin gibi sersemlerden başka herkes, o ferman padişahın fermanı olduğunu katî bilir. Ve o parlak yâver-i ekremde öyle nişanlar var ki, senin gibi körlerden başka herkes o zâtı, padişahın pek doğru tercümân-ı evâmiri olduğunu yakînen anlar.
Acaba o yâver-i ekrem o ferman-ı âzamla beraber bütün kuvvetiyle dâvâ edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket meselesi, hiç kàbil midir ki, îtiraz kabul etsin? Evet, kàbil değil; illâ ki, bütün bu gördüğümüz herşeyi inkâr edesin.
Şimdi, ey arkadaş! Söz senindir, söyle. Ne diyorsan, de.
“Ben ne diyeceğim? Daha buna karşı birşey denebilir mi? Gündüz ortasında güneşe karşı söz söylenir mi? Yalnız, derim ki: ’Elhamdülillâh, yüz bin defa şükür olsun ki, vehim ve hevâ tahakkümünden, nefis ve heves esâretinden kurtulup, dâimî hapis ve zindandan halâs oldum. Ve inandım ki, bu karmakarışık, kararsız misafirhânelerden başka ve kurb-u şâhânede bir diyâr-ı saadet vardır; biz de ona namzediz.’”